Hepimiz siborg’uz…
“İnsanın beden fonksiyonlarını dünya dışı ortamların gereksinimlerini karşılayacak şekilde değiştirmek, ona uzayda dünyadakine benzer bir ortam sağlamaktan daha mantıklı olacaktır… İnsanın bilinçsiz, otomatik kontrollerini geliştirecek yapay-organizma sistemleri bir olasılıktır.”
Bu olasılığı, “siborg” olarak tanımlamıştı 1960 yılında Manfred Clynes ve Nathan S. Kline. Uzay yolculukları başta olmak üzere yalnızca teknolojik değil zihinsel meydan okumaları da beraberinde getiren tüm maceralarda; doğanın sunduğu ve aşina olunan çevresel koşulların ötesindeki tüm radikal deneyimlerde insanı biyolojik evriminin aktif bir parçası olması için bir zemin hazırlıyordu siborg kavramı. Amaç, insanı makineleri yöneten ya da onlara bağlı olan bir “köle” olmanın ötesine geçirmek; makinelerle meşgul olma sürecini otomatik ve bilinçdışı fonksiyonlara atfederek insanın özgürce keşfedebilmesi, yaratabilmesi, düşünebilmesi ve hissedebilmesi için alan açmaktı. 1960’ların bu işlevsel ütopyası, 1985 yılında da Donna Haraway’in Siborg Manifestosu ile insana, toplumsal cinsiyete, doğal ve yapay ayrımına yönelik geleneksel dualiteleri ve normları bozguna uğratmak üzere dünyevileştirilmişti.
2000’li yıllarda ise bilgisayar programcılığıyla meşgul herkesin aklında ve profesyonel pratiğinde yer almaya başladı bu yapay organizma sistemleri… Misha Sra ekolün genç temsilcilerinden. Zihnin ve bedenin sınırlarını geride bırakarak, geleceğin siborglarını yaratma hedefiyle kurduğu Perceptual Engineering Lab’te beyinle entegre olabilen teknolojiler geliştiriyor; artırılmış gerçeklik, sanal gerçeklik ve fizyolojik ve algısal yetkinlikleri geliştiren yapay zekâ sistemleri inşa ediyor. Laboratuvarda tasarlanan teknolojiler iki ana hedefte kümeleniyor: Bedenin iç sinyallerini bilinçli algılara dönüştüren sistemler ve dış çevre sinyallerini artırılmış algılara dönüştüren sistemler…
“Bunların anlamı ne?” sorusunu duyar gibiyiz…
İnsan vücudunun içindeki ve çevresindeki trilyonlarca mikrobu düşünün. Bu mikroplar bir nevi canlı, biyolojik bilgisayar sistemleri. Biyoteknolojik gelişmeler sayesinde, bu mikropların tasarımlarından ve çalışma sistemlerinden esinlenebiliyor; giyilebilir teknolojilerden müzik aletlerine, oyunlardan sanat yapıtlarına kadar pek çok alanda insan-makine arasındaki etkileşimi geleneksel sınırların ötesinde kurgulayabiliyoruz. Bu geleneksel sınırlardan biri de psikolojide gerçekleşiyor. Psikolojik süreçleri insan-makine arayüzlerine aktarmaya çalışan teknolojiler, genellikle bilinçli psikolojik süreçler üzerinde modellendirilir. Peki ya, bilinçdışı ya da meta bilinç kategorilerinde olup bitenler? Bu kategorilerin bilişsel, duygusal ve davranışsal süreçler üzerindeki kontrolümüz dışındaki etkilerini anlayabilmek de çığır açıcı olmaz mıydı sizce? Bu bilinç-ötesi kategorileri de insan-makine arayüzlerine aktarabilmek ve algının kapılarını sonuna dek açabilmek… “İnsan” kavramının ötesini, insandan sonrasını düşünme zamanı geldi belki de. 60 yıl öncesinin olasılığı, yani siborg, bugün bir gerçekliğe dönüşüyor.
Bu dönüşümü, Misha Sra’dan dinlemek için hemen kayıt olun..